30 Mayıs 2020 Cumartesi

“Ya o canın boğaza gelip dayandığı zaman!”


Bu COVID 19 sürecinde neler yaşadık?
Hazırlandık bekledik, nelerle karşılaşacağız neler yapacağız. Hangi tedavileri vereceğiz?
Bir şekilde kervanı yolda düzdük gibi olduk.
İlk hastalarımızı alınca Çin’den gelen haberlerin etkisiyle hemen entübe ettik. Ancak bu hastalar farklıydı, ARDS ye aşinaydık hepimiz prona alıp bildiğimiz mekanik ayarlarıyla bir şekilde hipoksemiyi çözdük ama septik şoka girdi mi bu hastalar çok hızlı ilerlediler, sekonder enfeksiyondur diye geniş spektrumlu antimikrobiyaller de ekledik ama olmadı.
Mecburen CVVHDF’lere bağladık korksak da virüs maruziyetinden. Gördük ki destek tedaviler nafile Çin’den gelen favipiravirden çok şey bekledik önceleri. Başlarda biraz engelledi gibi vakaların ağırlaşmasını ama yataklı servislerde de verilebilmeye başlandı mı daha ağır hastalar gelmeye başladı.
Mortaliteler görmeye başlayınca hastalığın önünde duramamanın çaresizliği ve bu çaresizliğin verdiği umutsuzluk! Canı boğazına gelen ama bilinci de bir o kadar iyi olan insanlara yardım edememenin çaresizliği ve bunun verdiği acıyı hiçbir zaman unutmayacağım.
Bir aylık sürecin sonunda artık hastalığı daha iyi tanımaya başladık.  Baktık ki doktorundan hemşiresine oda destek ekibinden temizlik görevlilerine kadar çok şükür hiçbirimiz enfekte olmamışız.
Aşırı iş yükünden yakındığımız şehir hastanemiz bu süreçte dip dibe olmayan izole odaları sayesinde bu sefer işimizi kolaylaştırdı.
Tekli izole odaları sayesinde personel korunurken diğer hastaların kontaminasyonu nu da önleyebildik.
Bundan aldığımız cesaretle ve erken entübe ettiğimiz hastaların kötü sonuçları nedeniyle negatif basınçlı odalarımızda nazal yüksek akım O2 (HFNO) desteği vermeye başladık.
Aynı vakitlere denk gelen zamanlarda iyileşen hastalarımızın immun plazmalarını yeni ağır vakalarımızda kullanmaya başladık.
Yine aynı hafta içinde sitokin fırtınasının bakteriyel sepsisten farklı olarak Tocilizumab tarafından durdurulabildiğini deneyimledik.
Hastalarımızı sağa çevirdik, sola çevirdik, hatta bazan yatak başlarını dümdüz pozisyona getirdik. Hastalar hoşlaşmasa da bazan pron pozisyona çevirdik. Hepsi biraz daha satürasyonları yükselsin oksijeni kısalım O2 toksisitesinden koruyalım diye.
Bu Tocilizumab- immün plazma ve HFNO üçlüsü kombinasyonunu kullanmaya başlayınca en ağır ARDS tabloları bile entübe olmadan hayatta kalmayı başardılar.




Bu sefer acaba iyi mi yapıyoruz, ne pahasına diye düşünmeye başladık. Küçücük buzlu cam lezyonları bile fibrozisle düzelirken, YBÜ ye geldiklerinde akciğerlerinin %70-80’i tutulan COVID-ARDS hastaların gelecekte ne yaşayacaklarını tahmin edemiyoruz. Bu da servise taburcu olan bir hastamızın 2L/dk nazal o2 alırken BT'si.

   


Zaten birçoğu YBÜ’den çıkarken küçücük bir eforla dispne yaşayan ve O2 bağımlı hastalar olarak çıkıyor. Bu arada mezenkimal kök hücre verme imkânımız olan hastaların fibrozisi acaba daha kısıtlı mı olacak?
Yoksa entübe etmemek marifet değil, oksijen toksisitesine neden olmayın, entübe edin diyen grubun hastalarında fibrozis ve mortalite daha az mı olacak?
Vakalar bildirildikçe sanırım 6 ay içinde bir fikrimiz olacak. En büyük korkum “Beni neden bırakmadınız, bu şekilde yaşamama neden izin verdiniz” Diyen insanlarla karşılaşmak. Yine Çin’de bilateral akciğer nakli olan bir vakayı duyunca endişem artıyor.
Neyse ilk travmayı bir şekilde kontrole almanın rahatlaması yanında “tarihin tekerrürden ibaret olması” 1918 İnfluenza salgınının deneyimlerinden 2. ve 3. atakların çok daha sancılı olacağı düşüncesi.
Bu arada iki gün COVID polikliniği yapan hekime tavandan ödeme yapıp, COVID hastasının yemeğini yedirip, altını temizleyen, yeri geldiğinde nazını, yeri geldiğinde hakaretlerini çeken, tekmesini yiyen, CPAP uygulayan hemşiresine, temizlikçisine ek ödeme verilmemesini anlamsız buluyorum. Mesai arkadaşlarımın tepkilerini haklı buluyor ve onları tükenmiş görüyorum.
“Ya o canın boğaza gelip dayandığı zaman!”
Yoğun bakım çalışanları orada olacak ve her şeye rağmen herkes elinden gelenin en iyisini yapacak.
Kalın sağlıcakla.

"Bel ile kaburgalar arasından çıkan su"




Kur’an-ı Kerim’in Tarık Suresi 6. ve 7. Ayetleri insanın fırlayan bir suyun parçacığından yaratıldığını ve o suyun bel ile kaburgalar arasından çıktığını belirtiyor bu hep kafamı kurcalardı. Bu akşam radyoloji Profesörü Tamer Hoca’nın evrim ile ilgili 5 dakikalık bir videosuna denk geldim. Recurren sinirin neden ters açılandığını  anlattıktan sonra, testislerin beslendiği arterlerin nereden başlangıç gösterdiğini de resimlerle çok güzel özetlemiş hocamız.

Bir anda bu ayetleri hatırladım. Testislerin kendine yakın ana arterlerden değil de nereden kanlanmasını sağladığına dikkat edince şaşırdım. Anatomi ikinci sınıfta kaldı biraz, biraz da TUS sınavına çalışırken. Biraz da ihtiyaç olunca girişimlerde yolumu bulmak için. Bu nedenle internette bir araştırma yaptım, o zamanlar bu kadar metaryel yok bir anatomi atlası vardı, bir de yemek tarifi gibi kırmızı bir kitap hatırlıyorum. Anatomi atlası yazdım yüzlerce sayfa açıldı. Tıp gelişti iftihar etmek lazım. Netice itibariyle Testisi dolduran sürahi neymiş. Suyun kaynağı neresiymiş? Hatırlamış oldum.


 

Tarık Suresi'nin ayetlerinde fırlatılan suyun nereden geldiğinden (insanın fırlayan bir suyun parçacığından yaratıldığını ve o suyun bel ile kaburgalar arasından çıktığını) bahsediyor olabilir. Bu da hekim olarak benim yorumum. Testislere taşınan suyun kaynağı kaburgalarımız ile belimiz arasındaki damar yapıları olabilir diye düşünüm bu akşam. Belki de.  



“Doğrusu, biz insanı karışım olan bir damla sudan yarattık. Halden hale geçiririz onu. Sonunda onu işiten ve gören yaptık.” (İnsan, 76/2)
  
“O, odur ki, yarattığı her şeyi güzel yarattı. Ve insanın yaratılışına çamurdan başladı. Sonra, onun neslini bir özden, hor görülen bir sudan oluşturdu.” (Secde, 32/7-8)

 “Sizi basit bir sudan yaratmadık mı?” (Mürselat ,77/20)