9 Haziran 2021 Çarşamba

Post COVID Yoğun Bakımcı Sendromu

Bloğuma şöyle bir bakiyim dedim, en son yazımı yıl başında yazmışım, ikinci ataktan yeni çıkmışız üçüncünün geleceğinden emin ve oldukça da tükenmiş. 

Tarihe not düşmek adına son altı ayımı şöyle bir düşününce önceki ataklardaki yaşlı hasta yoğunluğunun olmadığını hatta toplasan kendi 17 yataklı kliniğimde toplamda on kadar yaşlı hastam olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle Çin aşısının etkinliğine sonuna kadar inananlardanım. 


Bununla birlikte yoğun bakıma kabul ettiğimiz hastaların yaş grubu 48- 60 yaş aralığındaydı. Önceki ataklardan farklı olan elimde net veri olmamakla birlikte hastaların daha çok obez kadın hastalardan oluşmasıydı. 

Astım tanılı hastaları daha çok kabul ettim. Sevindiren bir durum önceki ataklarda entübasyonu takiben iki-üç gün içinde gelişen septik şok tablosu bu sefer nadiren ortaya çıktı. Entübasyon süreleri uzadı. Ekstübe edebildiğimiz hasta sayısı artış gösterdi. Bu durumda yaş ortalamasının düşmesi ne kadar etkendir, emin değilim? 

Maalesef hepiniz gibi bende acı veren tablolarına şahitlik ettim. Bir aileden 52 yaşlarında anne ve babayı aynı yoğun bakıma birer gün arayla kabul ettik. Çocukları da çocuk yoğun bakımda takip edildi. 12 yaşında çocuk çok şükür 3 günde taburcu olabildi. Ancak önce babayı 3 gün sonra da anneyi ağır CARDS tablosu nedeniyle kaybettik. O kadar yaşlı hastayı çok ağır tablolardan kurtarabilirken ve bu kadar deneyim kazanmışken yaşadığım bu çaresizliği anlatmam. İki yan odada yatan eşinin vefatını anlamış gibi gözlerimin içine bakan ablanın bakışları hiçbir zaman gözümün önünden gitmeyecek. Çocuğun yaşadığı travmayı anlamak empati yapmak mümkün değil. 

Mutlaka sizlere de soruyorlardır, hangi aşıyı yaptırayım, ne bulursan yaptır arkadaşım! 

Dikkatimi çeken başka bir konu son bir ayda immun supresif tedavi alan 3 renal transplant hastasının iki doz aşı olmalarına rağmen ağır CARDS tablosuyla başvurması oldu. 

Yine son 15 günde tekrar ileri yaş hastaları yatırmaya başlamamız oldu. 

Birinci atak esnasında uzun süreli kısıtlamaların ardından 15 gün yoğun bakımda hiç COVİD vakamız kalmamıştı. 

İkinci atak sonrası böyle bir dönem yaşadık mı hatırlamıyorum ama sanırım Ağustos 2020 de 3. atağın yoğunlaşmaya başladığı vakite kadar maksimum beş COVİD hastası takip etmiştik. 

Şimdi de uzun süren 17 günlük kısıtlama sonrası 6-7 hasta ile tek yoğun bakımda devam ediyoruz. 

Ara verir mi bilemiyorum. Bu sefer ki duygularım 4.atağın yine geleceği ama aşının yaygınlaşmasıyla birlikte sanki daha az yoğun bakım ihtiyacı olacağı gibi. Bununla birlikte son günlerde bizde olduğu gibi yaşlı popülasyonda aşının koruyuculuğu azalırsa, öncelikle 80-90 yaş arası grup ağırlıklı bir dönem daha geçirebiliriz diye düşünüyorum. Neyse falcılığa gerek yok. 

İkinci atakta daha yoğun kullanmaya başladığımız Tocilizumab tedavisini 3. atakta daha fazla deneyimleyebildik. İki yoğun bakım uzmanı olarak endikasyon taşıyan yaklaşık 80 hastaya bu tedaviyi uygulayabildik. Tocilizumab alsın almasın yaklaşık 100 vakaya da kurtarma tedavisi olarak IVIG tedavisi verme imkânımız oldu.

Ağır CARDS vakası hemen tüm hastalarımıza HFNO ve gerektiğinde eş zamanlı rezervuarlı maske ile solunum desteği verdik. 

Öyle dönemler oldu ki aynı odaya iki yatak koyduk, bir yoğun bakımcı 28-35 COVID hastası takip ettik.

 Hasta yakınlarına bilgi verebilmek için mesaimiz 21-23 lere kadar sürdü. Anlattıkça içim sıkıldı. 

Yoğun salgın koşullarında tocilizumaba ulaşma imkânı olmadığında IVIG tedavisini daha önce uyguladığımız da oldu. 

IVIG tedavisini kurtarma tedavisi olarak kullandığımız için kontrollü çalışma yapmayı etik bulmadık. 

Bu nedenle bu vakalarımızı retrospektif olarak taradık. İnşallah yakın bir dönemde bulgularımızı paylaşırım.

Unutmadan 3. atakta yaşlı birkaç hasta dışında immun plazma tedavisini neredeyse hiç tercih etmedik. Sevindirici sonuçlar da aldık. 

25 haftalık gebeliği olan ağır CARDS tablosunda olan hastamızı HFNO+ RM desteği ile (SS:44/dk sat %89 iken acil servisten kabul ettik) acil C/S hazırlıkları yaptığımız esnada IVIG+ DEKORT, Dexmedotimidin, sağ yan pozisyon vererek, pernatoloğumuzun yoğun desteği ve yakın takibi sayesinde sat %94-95’lere yükseltebildik. Dört günlük tedavi sonrası HFNO desteği kesilebildi.6. günü servise verebildik. Miadında ve sağlıklı bir bebeği olduğunu öğrendik. 25 haftalık bir gebe hastamız RM ile sat %95 ancak 44 sol sayısı ile geldi bilat AC alt zonları %50 buzlu cam görüntüsünde idi. Yine IVIG tedavisiyle taburcu edebildik. Onun gebeliği devam ediyor. Üçüncü atakta iki yoğun bakım uzmanı arkadaşım ve birçok hemşire arkadaşım COVID ile enfekte oldular çok şükür ağır geçiren olmadı sağ salim aramıza döndüler. 

Herkes kendi imkanlarınca, hislerince çabaladı bizim de kısaca özetlemek gerekirse böyleydi sürecimiz. Çok üzüldük, çok sevindik, çok yorulduk ama bu da geçti, çok şükür.  

COVİD hastası bakmak o kadar içimize işlemiş ki yeni hasta profiline alışmamız bizi oldukça zorlayacak.


 Siroz hastası hiç nöbet geçirir mi 12 yıllık dahiliye deneyimimde hiç görmemiştim. 

Psikotik depresyon sonrası ası vakası, nerede o eski COVID’ler diyesi geliyor insanın, şaka bir yana post COVID yoğun bakımcı sendromu diye bir şey kesin var. 

Çok uzatmiyim diyorum ama amaç tarihe kendimce not düşmek olunca eksikte kalsın istemedim. 

Kalın sağlıcakla.

 


1 Ocak 2021 Cuma

"Uzun süre maske takarsan, altındaki kişiliği de unutursun."

 

Artık öyle bir hale geldim ki neredeyse her gün bir yakınım, tanıdığım, dönem arkadaşım enfekte oluyor ve bazıları hastalığı ağır geçiriyor, bazıları maalesef yenik düşüyor hastalığa. 

Kendimce bir tedavi algoritması oluşturdum. Çok ağır hastaların entübe olmadan kurtulduğunu gördükçe mutlu oluyorum. Keşke yakınlarım benim kliniğime gelebilseler diyorum. Sonra başarılı dediğim tedavi bir başkasında faydasız oluyor ya da bin bir emekle taburcu olan hastalar hemoptiziyle, hiperkarbiyle tekrar yoğun bakımlara geliyor. Tekrar araştırmaya başlıyorum, yine çaresizlik.

Kısıtlamanın rahatlamasını yaşadığım bu son on günlük dönemde en azından beden yorgunluğum bir nebze de olsa azaldı. Kafa yorgunluğum ne vakit toparlar bilemiyorum. Post travmatik stres bozukluğu böyle bir şey mi bilmiyorum ama sürekli bir uyku hali. Kahve dışında bir şeyden zevk almama hali. Son dokuz aydır olanlar belli ki kısa vadede değişmeyecek. Bu nedenle bakış açımı değiştirmeliymişim öyle yazıyordu son okuduğum kitapta.



Bir de şu yazıyordu "Uzun süre maske takarsan, altındaki kişiliği de unutursun."




Bir film repliğiymiş. Uzun süre maske takmaktan mıdır bilemiyorum ama nereye gideceğimi ne düşüneceğimi bilemiyorum artık.

Önceleri beraber öğrenebileceğim ve aynı zamanda öğretebileceğim bir ekip kurmaktı amacım. Kalite verilerini düzenli takip edip aksayan noktaları gözlemleyip, aksayan noktalarda kök neden analizlerini yapıp sorunlara çözüm bulmayı, iyi olduğumuz noktaları daha da geliştirmeyi amaçlamıştım. Hemşirelerime hemen her gün eğitim verip onları kendilerini geliştirmeye istekli hale getirmeye çalışacaktım. Yoğun bakımda takip ettiğim her hastamın batın USG sini, akciğer USG sini yapacak hızlıdan bir EKO’sunu yapıp hemodinamik parametrelerini takip edecek, gerektiğinde bronkoskopisini yapacak rutin işleyişte kaçırdığım noktaları tespit etmeye çalışacaktım. İşimi iş olmaktan çıkaracaktım.   

Çocukluktan beri sürekli içimi tırmalayan sürekli kendini geliştirme çabası bu günlerde yerini, işleri bir an önce yoluna koyup biraz olsun dinlenebilme isteğine bıraktı. Çalıştığım hastanenin fiziki koşulları ve tıbbi cihaz yeterliliği ve personel sayısı hayallerimi gerçekleştirmem için harika bir ortam sunuyor. Bu satırları yazarken ve hayallerimi bir bir sıralarken zihnim nereye gideceğimi, hedefimin ne olduğunu bana hatırlatmaya çalışıyor sanırım.

Bu hedeflere hala ulaşmak istiyor muyum?

Emin değilim.

Tıp fakültesini kazanmak belki de çoğunuzun olduğu gibi benim de hayalim değildi. Daha çok babamın hayaliydi. Hani bir oğlu doktor bir oğlu avukat-hâkim olan babalar var ya hah işte o benim babam. Ben yoksa mimardım şimdi belki de kimya öğretmeni. İkinci seçim zamanı geldiğinde yine kendi hayalim değil eşimin telkiniyle karar vermiştim. Yoksa şimdi çoktan genel cerrahtım. Neyse dahiliye asistanlığı da bitmiş beş yıllık uzmandım. Kitap okuyup stabil bir memur hayatı edasında poliklinik yaparkene, daha hastalar şikayetlerini anlatırken sekreterim ilaçları yazmaya başlamış olurdu. :)

Sonra bir şekilde yoğun bakım yan dalına başladım ve meslek hayatımın en anlamlı ve dinamik sürecine girmiş oldum. Beş yıldır hemen her gün yeni hastalar, yeni tanılar, aynı hastalık olsa dahi farklı klinik seyirler, beni şaşırtan hasta ve yakınları.

Bu COVİD-19 geldikten sonra hayatımda değişimler yaşamaya başladım. Kitaplar öyle söylediği için değil, iş yükünü kaldıramadığım için arkadaşlarıma yakınlarıma “Hayır Demeyi Öğren!" dim.

Hayır o hastaya da bakamam çünkü gerçekten yorgunum.

Hayır venövenözü bağlayamam çünkü çok yorgunum.

Herkese yardım etmeye çalışmıştım, hatta bana kötülük yapanlara dahi.

 Şimdi ise yardıma ihtiyacım olduğunda çok yardım gördüğüm söylenemezdi.

Bugün bu yazıyı yazma nedenim yeni yıla başlangıç amacı taşımıyor.

Geçen yıl o hatayı bir kez yaptım bir daha da yapmam herhâlde.

Özetle şöyle yazmıştım:

"Yoğun bakım derneklerinin değerli yöneticileri, değerli hocalarım bu kursları, eğitim toplantılarını, kongreleri online olarak da verseniz ne güzel olur."

http://www.yogunbakimkalite.com/2019/12/bir-yogun-bakm-uzmannn-fikir-ucusmalar.html

Sonrasında ne mi oldu evrene gönderdiğim mesaj kabul oldu, malum virüs geldi. Hiçbir eğitim toplantısı yüz yüze yapılamadı. Ben mutlu mu oldum, hayır tabiki de iki kongre ve sayısız online toplantının çoğunu takip edemedim. 



O kadar yorgundum ki hastaneden kendimi eve attığımda saçımı kaç kere şampuanladığımı unutuyor çoğu zaman acaba vücudumu keseledim mi acaba diye çıkıyordum duştan. Bir keresinde duştan çıktığımda "Şarjza taktığım telefonumu elime alıp “Aaa ne güzel telefonun saturasyonu %92 olmuş" dediğim bile oldu.

Geçen bir twette okudum, kızcağızın birinin geçen sene yılbaşındaki isteği yurt dışına çıkabilmekmiş, benim gibi onun hayali de gerçek olmuş şu anda İdlip'teymiş. Diyeceğim o ki hayal kurarken "ayırlısı olsun beya" deyip geçmek en iyisi sanırım.

43 yıllık hayatım bana uzun süreçli hayaller kurmamayı öğretse de hayallerin geçerlilik süresi bu salgınla iyicene kısaldı gibi geliyor. Gün içinde tek yapabildiğim en fazla canı kurtarmaya çalışmak, sevdiklerime ve kendime bir şey olmaması için dua etmek.  

Yani şu anda nereye gideceğimi bilmiyorum, bu nedenle de hangi yoldan gittiğimin bir önemi yok gibi. Uzun süre maske takmak belki de mecaz anlamının yanında gerçek manada da kim olduğumu, hayallerimi unutturdu. 

Bu salgın bitmeyecekse gene de hayattan zevk alabilir miyim? 



Hala hayattan zevk alabilmeyi düşünmek, doktor arkadaşım daha dün babasını kaybetmişken, amcaoğlumun ağır akciğer tutulumu varken bencillik mi?

Çizi reklamındaki gibi, Daha yemeğe çok varsa?

Bu durumun daha ne kadar süreceği belli olmadığına göre bakış açımı mı değiştirmeliyim?

Acaba nereye nasıl bakmalıyım?

Gemi/rüzgâr alegorileri beni çok etkiler. Güzel sözlerdir. Duymayan yoktur, herhâlde.

“Gideceği limanı bilmeyen gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez!”

Bir de bu var:

"Nereye gittiğini bilen bir yelkenlinin önünü kesecek bir rüzgâr yoktur"

Ben nereye gideceğimi bilmiyorum. Bu aralar tek düşündüğüm bu.

Hep renkli bir hayat yaşamak istemişimdir ama oldukça sıradan bir hayatım oldu. Ama iç sesim hep renkliydi. Şimdilerde de onu karartmamaya çalışıyorum. Bu sancılı bir değişim sürecinde belki de en çok sancı çeken bizler olabiliriz.

Galiba şöyle düşünmeliyiz.

Güneşin doğması yakın…

 "En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.”

Ben ne yapıyorum bu kısıtlama günlerinde, içten içe biliyorum ki üçüncü dalga çok da uzak değil, bu nedenle biraz enerji depolamaya kafamı dağıtmaya çalışıyorum. Hayattan zevk alamasam da olup bitenlere uyum sağlamaya çalışıyorum.

Biraz konuyu değiştireyim.

Eşim de giymediği ama vaz geçemediği kıyafetleri dışında benim gibi minimalist olduğu için çok gerekli eşyalar dışında pek mobilyamız yoktur. En son taşındığımızda kitaplarımı kutulamıştım 15’e yakın orta boyda ilaç kutusu, çoğu da okuyamadığım kitaplar. Neredeyse iki yıldır onları gün yüzüne çıkarma planım var. Kocaman beyaz bir kütüphaneye yerleştireceğim ve nihayet altını çizdiğim yerleri tekrar okuyabileceğim. Bu konu her açıldığında eşimden veto yedim. Tozlanacak o kütüphane sonuçta. Ondan ötürü!

Madem öyle bende çalışma odamda duran gardolabını kesip kütüphaneye çevireceğimi ve kıyafetlerine yer bulmasını istediğimde bu sefer eşim ciddi olduğumu anladı. Sunta kesmek için otomatik testere bile aldım, depoda görebileceği bir ayak altı yere koydum. Tabi işlem toz çıkarabilirdi. Netice itibariyle kütüphane iznini aldım.  

Bir ay sonra da çekme karavan hayalimi gerçekleştirirsem, Allah ömür verirse bir yoğun bakımcının gezi hikayelerini de buradan paylaşabilirim.

Aslında her şeyi bırakıp küçük bir sahil kasabasında, küçük bir yoğun bakıma mı taşınsam diye düşünmüyor değilim. Neyse o biraz beklesin. COVİD bittiğinde varsa öyle bir hakkım, üç ay ücretsiz izin alıp hayalini kurduğum kitabımı yazma isteğim var.

Bu gece hayata bakış açımı ancak bu kadar değiştirebildim.

 Hayallerimi biraz hızlandırmaya karar verdim.



Bu gece de affınıza sığınarak, sizden biri olarak son dönem duygularımı paylaşmak istedim.

Sahi bu kurak ve acımasız salgın günleriyle sizler nasıl başa çıkıyorsunuz?

Akıl sağlığımızı koruyabilmek için bana ve diğer yoğun bakımcılara önerileriniz neler olur?

 Sağlıcakla


Popüler Sayfalar:

http://www.yogunbakimkalite.com/2020/04/dunyann-yanacag-senden-belliydi-cocuk.html

http://www.yogunbakimkalite.com/2020/03/covid-19-2020yi-yedi-bitirdi-telafisi.html

http://www.yogunbakimkalite.com/2018/12/aprv-modunu-kullanyor-musunuz.html

https://www.yogunbakimkalite.com/2018/07/sv-tedavisini-kime-nasl-yapyorsunuz.html

https://www.yogunbakimkalite.com/2018/07/kolloid-svlar-hangi-hastalarda-tercih.html

https://www.yogunbakimkalite.com/2019/01/sv-tedavisinde-ertesi-gun-yontemi.html


28 Kasım 2020 Cumartesi

YAPRAK DÖKÜMÜ

 

Geçen hafta sonuydu yavruları aldım yanıma güneşli bir günde kışın belki de son yürüyüşünü yaptık. Kestane ağaçlarının dökülen yapraklarını eze eze ittire ittire yol almaya başladık.

 Güneşte öyle güzel parlıyor, insanın içini ısıtıyor. Ne klişe oldu ya son cümle. Olsun basit ama güzel.

 Dönüşte markete uğradık belki de yeni gelecek yasaklardan önce son defa.

Yavruların biri Amerikan kaptanını aldı, büyük olanı da Fil Necati’nin üç boyutlu bir simülasyon uygulamasıymış onu. Bu arada bayılıyorum bu file şu repliği güzel “Acaba başka gezegenlerde de yemek var mıdır?”

Ben se evde henüz kapağı açılmamış onlarca kitabım olmasına rağmen gözüm yine kitap reyonunda.

Otuz yaşımda başladım okumaya. Belki çok geç kalmıştım belki de tam zamanıydı.

Bazı kitapları okurken “bunu eskiden okusaydım bana şimdi verdiği duyguları vermesi imkansızdı” diye düşünüyorum. Yanlış zamanda okunmuş bir kitap olurdu çoğusu.

Yani yaklaşık 12 yıldır kitap okuyorum. Hep kişisel gelişim. Öyle ki artık aynı örneklerden bahseden yazarlara kızıyorum.

-Sen de mi ya!

-Yine mi ya!

 Artık başka şeyler söylemek zamanı diyorum içimden, geçin bunları…

Sonra düşündüm o anda sen neden hiç şiir kitabı okumadın?

Hani kişisel olarak gelişmeye çalıştın da ne oldu? İyiliksever oldun da çalışkan oldun da. Ne oldu?

Herkes esnek çalıştı, düğün dernek taziyeye gitti, batak oynadı, king oynadı, sen mecburi Coronacısın.

Çok şükür hala sağlıklısın, çok şükür en azından bedenen 😊

Tamam hala polisiye okumaya hazır değilsin ama şiir kitabı bir denesen.

Aaa bak Nazım Hikmet’in kırmızı kapaklı ince bir kitabı.

46. Baskı kesin en çok sevilen şiirleridir, muhtemelen.

Sadece 8 TL!

 Aldım hemen hiçbir mısrasını bile okumaya gerek duymadan.

Biraz ilerde “Kürk Mantolu Madonna” kitabının yazarı Sebahattin Ali’nin nasıl tarif etsem yarım A4 kağıdı büyüklüğünde kitapları.

Yan yana sıkıştırılmış bir köşeye. Ya ne ünlü oldu bu adam da. Birçok yayın evinin basımına rastladım farklı kitabevlerinde, marketlerde.

Aaa onun da şiir kitabı varmış harika. Hem de 7,90’a.

Buna şaşırmıştım, hemen oracıkta birkaç satır okuyim dedim. Bir de ne göreyim çocukluğumdan beri dilimde pelesenk olan (hiç sevmem bu kelimeyi de nedense?) birçok şarkının yazarıymış.

Dışarıda mevsim baharmış,

         Gezip dolaşanlar varmış,

                       Günler su gibi akarmış…

                                    Geçmiyor günler geçmiyor.

Dışarıda deli dalgalar

                 Gelip duvarları yalar;

                                Seni bu sesler oyalar

                                           Aldırma gönül, aldırma…

                                                            Görecek günler var daha

 

Kurşun ata ata biter

             Yollar gide gide biter…

 

                              Ben gene sana vurgunum.

 

                                                  Benim meskenim dağlardır.

 

Ne dost ne bir sevgili,

                  Dünyadan uzak bir deli

                                         Beni sarar melankoli

 

Döndüm daldan düşen kuru yaprağa   Leylim ley
                Seher yeli dağıt beni kır beni
                               Götür tozlarımı burdan uzağa
                                               Yarin çıplak ayağına sür beni

                                                           Ayın şavkı vurur sazım üstüne
                                                                   Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
                                                                             Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne
                                                                                    Ay bir yandan sen bir yandan sar beni

 

Ben miyim cahil olan yoksa merak etmeyenin bilemeyeceği ya da duyamacağı bir şey mi bu? 

Yıllardır belki de her birimizin ezbere söyleyebileceği mısraların yazarını, adamcağızın öldüğü yaşta öğrenmek.

Bazan hayat beni çok şaşırtıyor. En son iki yıl önce Subhaneke ve Ettahüyatü diye ezberlediğimiz namazda okuduğumuz duaların Kur’an ayeti olmadığını öğrendiğimde bu kadar şaşırmıştım.

Nereden geldim buralara ben gene. En son yavrularla yaprakları savuruyorduk, kaldırımda. Hoş bir tesadüf oldu bu akşam. Nazım’ın şiir kitabını aldım elime. Hikayenin sonunu merak ettiğimden değil ama hayat hikayesini bu son üç sayfaya özetlemişler.  Sonra iki buçuk sayfada yazarın şiir tadında özetlediği otobiyografisini okudum. Sonra bir sayfa daha geri geldim. Şiirin adı “YAPRAK DÖKÜMÜ” aynı böyle tüm harfler büyük punto,  Eylül 1961’de Laypzig’de yazmış. Belki de son şiirlerinden biridir.

                    Önce yavrularımın fotosunu iliştireyim şuraya sonra Nazım’ın güzel şiirini.

 



elli bin şiir roman filân okudum yaprak dökümünü anlatır

       elli bin filim seyrettim yaprakların dökümünü gösterir

               elli bin kere gördüm yaprak dökümünü

                            düşüşlerini sürünüşlerini çürüyüşlerini yaprakların

elli bin kere duydum ölü hışırtılarını kunduramın altında

                 avucumda ve parmaklarımın ucunda

                             ama yaprak dökümüne rastlamak yine de burar içimi

                                               hele bulvarlarda yaprak dökümüne

                                                      hele kestaneyseler

                                                               hele çocuklar geçiyorsa oralardan

                                                                       hele güneşliyse hava

hele iyi bir haber almışsam o gün dostluk üstüne

                  hele o gün sancımıyorsa yüreğim

                            hele sevdiğimin beni sevdiğine inanıyorsam o gün

                                 hele o gün insanlarla ve kendimle aram iyiyse

                                                yaprak dökümüne rastlamak burar içimi

                                                                             hele bulvarlarla yaprak dökümüne

                                                                                                     hele kestaneyseler.

 

                                                                                 Nazım Hikmet

                                                                                 6. Eylül’61

 

Hayatta aynı şeyleri görsek te, aynı şeyleri yaşasak ta, bazıları tarihe not koyar.

İyi ki de koyarlar. Şaire selam olsun.  Her şey senin anlattığın gibiydi. 

                         Hava güneşli, 

                                   Benim havam iyiydi, 

                                            Ağaçlar kestane, 

                                                    Çocuklar yapraklar üzerinde, 

                                                             İnsanın içinin burulmaması mümkün mü?


Bu resimler de gezinin devamından bonus olsun. 


















                                                                      Sağlıcakla 

                                                            drserdarefe@gmail.com

                                                                     Kasım 2020




25 Ekim 2020 Pazar

Rezervuarlı maske nasıl işe yarar, HFNO ya da HFNC okumadıysanız kaçırmayın.

 



http://www.jcritintensivecare.org/uploads/pdf/pdf_DCY_162.pdf

Entübasyon erken olmasın, geçe de kalmasın. Keyifli bir yazı olmuş.




"Sessiz hipoksemi" ve COVID-19 entübasyon

COVID-19: Bebeği banyoda tutmak (2. Bölüm)

Hayat kısa ve sanat uzun, fırsatlar uçup gidiyor, deneyler tehlikeli ve yargılama zor

Hipokrat

Lütfen efendim, biraz ketamin ve mavi puro alabilir miyim

... kavgacı, heyecanlı, hipoksik hastanın gerçekte ne anlama geldiği (Dr Cliff Reid'e ( @cliffreid) göre ; "mavi puro" endotrakeal tüp için konuşma dilinde bir terimdir)


 https://litfl.com/silent-hypoxaemia-and-covid-19-intubation/